Bölüm 3
“Tam Serena ile işi pişirmişken arıza muhabbeti çıktı, şimdi de bu olay. Bendeki şansa bak.”
“Sabredelim. Bir yolunu buluruz elbet.”
“Önce karnımızı doyuralım. Bizim yemekler nerede kaldı robot efendi?”
Bize hizmetle görevli robot yemekleri sormamı bekliyordu herhalde, iki elinde bu kez daha büyük iki kap taşıyarak gizlendiği yerden çıktı. Küp biçimindeki kapların içinde safran sarısı kıvamlı bir sıvı vardı. Kapları dikkatle taşıyarak yaklaştı, sehpaların üzerine bıraktı ve geriye çekilerek bizi izlemeye başladı.
İçtiğim su zihnimin bulutlanmasına yol açmıştı; emniyet kemerleri olmasa yapay yerçekimini yenip uçabilirmişim gibime geliyordu. Hamarat robota dönerek “Hoşaf mı bu bunlar?” diye sordum.
Robot bir süre düşündükten sonra “Hoşaf kelimesinin anlamını bilmiyorum” dedi.
“Bizi kaçırdınız ama hoşafın ne olduğunu bilmiyorsunuz. Lanet olsun size, kahrolun” dedim.
Robot “tuhaf” diye mırıldanarak yeniden köşedeki dolabın içine çekildi. Küpü iki yanından tutup kaldırdım, köşesini ağzıma denk getirerek içindeki sıvıdan bir yudum aldım. Sebze çorbası gibi bir şeydi herhalde, tadı hoşuma gitmediği halde şifa niyetine sıvının tamamını mideye indirdim.
Başımızdan geçenler Oliver’ın iştahını kaçırmış olmalıydı. Ne suyuna ne de peynir tenekesi kılıklı robotun yemek diye getirdiği sıvıya dokunmuştu.
“Yolculuğun ne kadar süreceğini söyle bari küçük arkadaşım” diye bağırdım. Robot içinde bulunduğu dolaptan çıkmadığı gibi soruma da yanıt vermedi. Benden sıkılmıştı galiba ve ben de ondan sıkılmıştım. Yüksek uygarlık bu muydu yani? Efendileri neden ortaya çıkmıyordu? Tam Serena ile işi pişirmişken arıza meselesi ortaya çıkmıştı, sonra başımıza bu kaçırılma olayı gelmişti. Diğerlerine ne olduğu belirsizdi, onları da belki başka mekiklere koyup başka yerlere götürmüşlerdi.
Oliver’ın gözlerini kapamış olmasını benimle muhatap olmak istememesine yordum. Karnım doyunca benim de gözkapaklarım ağırlaşmıştı. Yılların yorgunluğunu bünyesinde biriktirmiş bir ihtiyar gibi gözlerimi kapayıp uykuya daldım.
Uyandığımda Oliver’ı küçük robot dostumuzla sohbet ederken buldum. Gözlerimi açtığımı fark edince “Sen uyurken müthiş bir sıçrayış gerçekleştirdik. Dünyadan 288 ışık yılı uzaktayız” dedi.
İçtiğim suyun etkisi azalmış, yeniden kaygılı bir ruh haline girmiştim. Dünyadan onca uzaklaşmış olmamızın neresinin ‘müthiş’ olduğunu anlamakla güçlük çekiyordum, ancak sesimi çıkarmadım. Robot dostumuz uzun işaret parmağını Oliver’a doğru uzatmış ve avcunun içindeki çipe veri aktarmaya başlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyor ve doğrusu merak da etmiyordum.
Mekiğimiz hafifçe sarsılmaya başladı, emniyet kemerlerimiz göz açıp kapayana kadar çözülüp bizi serbest bıraktı ve Oliver “Yan odaya geçmemiz gerekiyor” dedi. Belki de en iyisi koyunlar gibi sadece söyleneni yapmaktı, kalkıp Oliver’ı izleyerek duvarda açılan kapıdan geçtim. Girdiğimiz bu yeni bölmenin penceresinden sis bulutlarıyla kaplı yeşil bir gezegene yaklaşmış olduğumuzu gördüm. Oliver’ı taklit ederek tabuta benzeyen yatağa uzandım. Tabutların kapakları kapandı ve uzay mekiği içinde bulunduğumuz bölmeyi dışarıya fırlattı. Galiba bizi gezegene indirecek uzay kapsülünün içindeydik. Gezegene doğru düşerken aklımdaki soru işaretlerini ve yüreğimdeki kaygıları bastırmaya çalışıyor, yüzden geriye doğru birer birer sayarken derin soluklar alıp veriyordum. Henüz yirmili sayılara gelmemişken bizi yavaşlatan bir kuvvetin etkisini hissettim. Tepemizde bir paraşütün açıldığını tahmin ettim ve geri sayıma devam ettim. Uzunca bir süre havada süzüldükten sonra kapsülümüz yere çarptı ve çürük bir ceviz gibi ikiye ayrıldı. Her ikimiz de otomatik olarak açılan tabutlardan fırlayıp çamurun içinde düştük. Havada bolca oksijen vardı ve sıcaklık tahminimce 30 derece civarındaydı. Oliver paniğe kapılıp çamurun içinde debelenmeye başladı. Bense dik bir açıyla düştüğüm için bataklığın zemininin sert olduğunu fark etmiştim.
Ayağa kalkıp iki elimle yüzümdeki çamurları sildim ve yarı belime kadar çamura batmış bir halde ona doğra yürüdüm. Ayakta olduğumu fark edince debelenmekten vazgeçip o da ayağa kalktı. İçinde bulunduğumuz bataklık üç dört futbol sahası büyüklüğündeydi ve dünyada eşine rastlamadığım ölçüde yüksek ağaçlarla çevriliydi. Başımı kaldırıp yukarıya baktım; eflatun rengi gökyüzünde pamuk şekerine benzeyen parçalı bulutlar vardı.
Oliver ikiyüz metre kadar ötede, bataklığın bitip ormanın başladığı noktada pörtlek gözleriyle bize bakan yaratığı işaret etti. Yaratık kendisiyle ilgilendiğimizi fark edince uzun kollarını havaya kaldırıp sallayarak bizi selamladı. Ayakta durduğuna ve bizim gibi iki kollu olduğuna bakarak onu insan olarak niteleyebilir miydik? Teninin turuncu ve kafasının tüp gibi uzun olmasını bir yana bırakırsak, insana benzediği söylenebilirdi. Temkinli adımlarla ona doğru yürüdükçe boyunun iki metreden uzun olduğunu ve başının üzerinde anteni andıran iki tutam saç olduğunu fark ettik. Ona doğru ilerlediğimizi görünce coşup olduğu yerde sıçradı. Bu sırada yerden iki metre kadar yükselmiş olması bizi biraz ürküttü. Ayağa kalkar kalkmaz bulunduğumuz gök cisminde yerçekiminin dünyaya kıyasla belirgin bir biçimde zayıf olduğunu fark etmiş, ancak tuhaf kaçacağını düşünerek sıçramamıştım. Geriye doğru sıçrayıp sırtüstü çamura düşerek yaratığın jestine yanıt verdim. Oliver başımıza gelen diğer her şey normalmiş de sadece benim sıçrayışım anormalmiş gibi hareketimi garipseyerek izledi. Ellerini kollarını heyecanla oynatmasına bakılacak olursa yaptığım hareket yaratığın hoşuma gitmişti. Artık iyice yaklaştığımız yaratığın göğsünden dört memenin birer tüp gibi sarktığını gördüm. Turuncu teninin üzerine mini eteğe benzeyen sarı bir bez parçası giymişti.
Görsel Kaynağı: https://pixabay.com/photos/sunset-landscape-sky-colorful-1018456/